4 Ocak 2016 Pazartesi

TOPLUMUN DÜŞMANLARI



Kibirli veya gururlu insanlar, sadece 'ihtiraslı' veya daha yumuşak bir ifadeyle 'enerjik' olduklarını söyleyerek gerçek bakış açılarını genelde saklı tutarlar. Gerçek duygularını maharetle gizleyebilirler. Kibirli olmadıklarını göstermek için özellikle giyimlerine özen vermeyebilir veya aşırı mütevazi olabilirler.kibirli insanlar için hayattaki her şey dönüp dolaşıp tek bir soruya varmaktadır. 


-BUNDAN NE ÇIKAR ELDE EDEBİLİRİM ?

Gerçek dehada kibrin pek rolü yoktur. Kibir, her türlü başarının değerini düşürür.İnsanlığa hizmet eden müthiş şeyler kibirle değil, aksine sosyal duyguyla yapılır. Hepimiz belli bir ölçüde kibirliyizdir ama sağlıklı insanlar kibirlerini başkalarına yardım ederek ıslah ederler.
Kibirli insanlar doğaları gereği toplumun ihtiyaçlarına boyun eğmezler. Belli bir konum, mevki veya nesneye ulaşma gayreti içinde oldukları için başkalarının sorgusuz sualsiz normal toplum ve aile vazifelerinden kaytarabileceklerini düşünürler.
Sonuç olarak toplumdan soyutlanırlar ve ilişkileri zayıf olur. Kendilerini en öne koymaya öyle alışırlar ki suçu başkasının üzerine atmakta ustalaşırlar.
İnsanlar dışarıdan çok şey başarmıs gibi görünebilir fakat bu hayati uyumun eksikliğinde kendilerini bir hiç gibi hissedebilir ve yakınları tarafından  da böyle algılanabilirler. Böyle insanlar aslında TOPLUMUN DÜŞMANLARIdırlar. 

26 Aralık 2015 Cumartesi

Çocuğunuz şiddet davranışı geliştirmesin istiyorsanız...!



Yaşı fark etmiyor çocuğunuzun, bir öfke, bir şiddet, bir kızgınlık! 
Çocukta şiddet davranışı ortaya çıkmasın diye neler yapabilirsiniz?
Baba, anneye bağırıyorsa; anne, köşelerde ağlıyorsa?
Anne, çocuğuna kızıyorsa; hızını alamayıp dövüyorsa?
Mağazalara girildiğinde, istekleri yerine getirilmeyen çocuk, rezalet çıkmasın adı altında eninde sonunda amacına ulaşıyorsa?
Evde izlenen filmlerde, sorun çözme yöntemi olarak hep şiddet gözlemleniyorsa?
En doğal davranışlar, öfkeyle karşılanıp, üzerine şiddete maruz kalıyorsa?Yere düşen bez parçası "Allah kahretsin yaa, ne düşüp duruyorsun?" gibi ilginç ifadelerle tekmelenerek ayakla yerden alınmaya çalışılıyorsa?Temizlenen evin doğal yollardan yeniden kirlenmesinin bedeli, çocuğun darp görmesi olarak kendisine dönüyorsa?
İki kardeş kavga ederken, onları ayırmanın yegane yolu her ikisine de şiddet uygulayıp, ağır hakaretlerle odaya kilitlemek oluyorsa?
Aşılabilir en ufak zorluklarda, yetişkinlerin asılan suratları, ağızlarından çıkan çirkin sözler, gözlerinden fırlayan şimşek bakışlar çevreyi kuşatıyorsa?
Nereden öğrenecek bu çocuk şiddetten uzak yaşamayı..?
Anne-babanın arasında güven sevgi dolu bir yaşantı olmalı ki çocuk önce ailede görsün sevgi dilini. Merhameti, güler yüzü, birbirine bakarak mutlu olmanın ne demek olduğunu. Kırılan ümitlerin, olası sorunların çözüm noktası olmalıdır "ilişki"nin kendisi. 
"Hayat bu! Her türlü zorluğu olacak illa ki, ama biz el ele verirsek hepsinin üstesinden geliriz." anlamına gelen davranışlar hakimse evinizde, çocuğunuzun şiddete başvurmasına fırsat olmaz. 
öfkeli çocuk ile ilgili görsel sonucu
Anne baba arasında sevgi olmayabilir. Günümüz aile yapısında çok karşılaşıyorum ben. Sizler de bilirsiniz, hatta belki en yakınlarınızda ki insanlarda vardır, şahitsiniz. Evli kişiler birbirini sevmiyor. Sevdiğini zannediyor; ama bence yeterince sevmiyor. Hatta çoğu evli çift, birbirine soğuk ve uzak olduğunu kabul ederek aynı evde yaşıyor. 
Çiftlerin uzak ve yabancı olmaları ayrı bir sorun o konuya hiç girmeyeyim, bir de cahillerse işler fena. Çünkü sevgi olmasa bile davranış kontrolünün olduğu, kadın ve erkeğin birbirine ortalama normal davranışlar sergilediği ailede büyüyen çocuk şiddete başvurmaz.
Bunun tam tersi aileler de var. Güya kadın ve erkek birbirini çok seviyor, inanılmaz aşık, ama sürekli kavga ediyor. Haftanın belirli günlerinde kavga etmek, hiçbir şey yok gibi tekrar barışmak onlar için nefes almak gibi doğal hale gelmiş sayılıyor. Bu tip ailelerde de çocuk dengesizleşir tahmin edeceğiniz gibi.
Şiddetin az olması ve öfkenin çocuğunuz için tek yol olmaması için ilk kural; evde birbirinize olan davranışlarınız ve çocuğunuza karşı geliştirdiğiniz davranışlarınızın tutarlı olması. 
İki gün moralim iyi, keyfim yerinde çocuğa tahammüllü davranıyorum; üç gün sonra stresliyim ve hırsımı çocuktan çıkarıyorum tarzındaki dengesiz davranışlar, evladınızın kafasını karıştırır. Olaylara ve sosyal yaşam kurallarına göre değil, sizin mevsimler gibi değişip duran dengesiz ruh halinize göre davranmaya çalışır. Yani dengesizleşir! 
Çocuğun sakin ve huzurlu olabilmesi, şiddete başvurmaması için evde ılıman bir iklimin olması gerekir. Baştan da söylediğim gibi hayat bu, illaki olumsuz dönemlerden geçeriz. Hatta bu olumsuz dönemler, aile birbirine doğru şekilde tutunuyorsa, el ele verirlerse zorlukların üstesinden nasıl gelinebileceği hakkında yaşamsal tecrübe olur. Çocuk görerek öğrenir. Nerde nasıl davranılacağı hakkında pratik edinmiş olur. Demek ki kötü hayat yok, dengesiz davranışlarımızla kötüleştirdiğimiz yaşamlar var.
Çocuk, şartlar ne olursa olsun kendilerini güvende hissetmek ister. Kendisini güvende hissedebilmesi ve diğerlerine güvenebilmesi için, her çocuğun anne-babasıyla ya da bir yetişkinle güçlü , sevecen bir ilişki, bir "bağ" kurabilmesi gerekir. 
Psikolojik destek çalışması yaparken en çok buna dikkat ediyorum. Yani şiddet ve öfke sorunuyla getirilen çocukla mutlaka karşılıklı güven ve sevgi odaklı bir ilişki kurmaya çalışıyorum. Bazen öyle oluyor ki ilk bir kaç seansı sırf onun güvenini kazanacağım, benimle senkronize olabileceği ortama çeviriyorum. Onunla oyunlar oynuyorum, yaşına uygun sohbetler yapıyorum. Seansta birlikte eğleniyoruz. Ondan çok ben keyif almaya çalışıyorum ki; benim huzurlu ve mutlu halim onu kuşatsın. Kendisini, yanımda güvende hissetsin. Odadaki bu abla onu seviyor, onu anlıyor, onun elinden tutacak, bilsin!

Kendisine sevgi ve ilgi gösteren bir yetişkinle böyle bir bağ kuramayan çocuğun, düşmanlık duyguları içinde gelişmesi ve "sorunlu" bir genç olma ihtimali kaçınılmazdır. Bebekliğinden itibaren sağlıklı ilişki kurulmuş çocukların, yetişkin hayatlarında sorunlu/problemli kişi olma ihtimalleri çok düşüktür.

Sevgiyle kalın...


22 Haziran 2014 Pazar

KAPKARANLIK CAMLARIN ARKASINDAN HAYATA BAKMAK !!!

Evet neyden bahsedeceğimi başlıktan biraz anlamış olmalısınız. 

'DEPRESYON' 

Depresyon sıradan bir hüzün keyifsizlik hali değil uzamış ve hayatımızı etkileyen bir haldir. İnsanlar genelde depresyon ve hüznü zaman zaman birbirine karıştırabilmektedirler. Yani günü birlik sıkıntı ile depresyonu ayırt etmek önemlidir.

Depresyon; hayattan zevk almamanın keyifsizliğin, keder halinin, mutsuzluğun iki haftadan uzun sürmesi halidir. Yani bir sabaha uyandığımızda -benim bugün keyfim yok, canım hiçbir şey yapmak istemiyor, depresyondayım- demek ile depresyona girilmiş olunmuyor. Depresyon denilebilmesi için bu halin sürekliliği gerekir.
İnsanlar neden depresyona girerler?
Yoğun sıkıntı duygularını, intihar düşüncelerini, iştah kaybı yada artışını, her zaman zevk aldığımız bir işten zevk almamayı depresyon belirtisi olarak gösterebiliriz.
Birde kendini depresyona adayanlar vardır.peki bu nasıl oluyor?
Bu depresyonu kendine yaşam tarzı olarak edinmiş insanlar için kullanılabilir. Mutsuz ve hayattan hiç bir şekilde zevk almazlar. Bu hayat bu sıkıntılarla yaşanılacak diye düşünürler adeta benimserler ve hayatlarına böyle devam ederler. Tedavi arayışı içerisine pek fazla girmezler.
Depresyonu bedensel belirtilerden de anlayabiliriz. Mesela geçmek bilmeyen ağrıların sebebi depresyon olabilmektedir. Adeta depresyonu haberci gibi düşünebiliriz. Eğer bu bölge önemsenmezse vücudun bütün işleyişini etkiler sinyalini vermektedir.

Depresyon bazı düşüncelerle ortaya çıkmaktadır. Duygularını ifade edemeyen ve hep içine atan insanlarda depresyon yaygın olarak görülmektedir. İnsanlar duygularını yerli yerinde ifade etmekten korkarlar. Her zaman diğerleri tarafından onaylanmak isterler. Dışlanmayı, küçümsenmeyi tahammülsüzlük olarak görürler. Bazen de sırtlarına taşıyamayacakları kadar yük alırlar.hayatta bir çok şeyi aynı anda istersek sonucunda elde edemediğimizde ümitsizliğe kapılabiliriz. Bu da bizi depresyona götürebilir.öncelik sırası yapmayı iyi bilmeliyiz.

Depresyona götüren yol biraz da kendimize yönelik aşırı eleştirilerdir.bazı insanların iç sesi hep eleştiri üzerine kuruludur. Bir türlü kendilerini beğenmezler. Sürekli kendilerini eksik görürler. Bu insanlar genelde küçük yaşlarda anne babaları tarafından sürekli başkalarıyla mukayese edilen kişilerdir. Diğer önemli nokta kendimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Şeyh galip diyor ki:
Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen 
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen
Hoşça bak zatına sen alemin çekirdeğisin özüsün küçük alemsin, evrensin. Her insan kendi için çok büyük sürprizler barındırır. Sıradan diye gördüğünüz insanlarla muhabbet etmeye çalışın onların sizi şaşırttığını göreceksiniz. Bu duyarlılık bu hikaye bu incelik nasıl bu kişiden çıkar diye hayret edeceksiniz.

Depresyona götüren bir yolda mükemmeliyetçiliktir. Her şeyi en iyi şekilde yapmaya çalışan kişiler başarısız oldukları zaman depresyona girebilmektedirler. 

Depresyon bir kader midir? 
Depresyon maalesef sadece çağımızın hastalığı değil çağlar öncesinin de hastalığı adeta insanlığın bir kaderi gibidir. İnsan yaratılış itibariyle aciz ve fakirdir. Diğer canlılardan farklı olarak tüm bunların farkındadır. Farkında olması onu daha da zayıf yapabilir. 

Her şeyi isteyen ama tam anlamıyla sahip olamayan, incinen gücü yetmeyen, en güzel zamanlarını yaşarken bile biteceğini aklına getirerek hüzünlenen kişinin depresyona girmesini beklemek elbette doğal olacaktır. Kişi korktuğu şeyler hakkında düşünmemeye çalışır. Sahip olduğunu düşündüğü şeylerle kendini avutmaya devam etmektedir. Ölümü ayrılığı hatırına getirmemeye çalışır. Gerçek bir acıyla karşı karşıya kaldığında ertelenmiş korkuları bütün benliğini sarar ve depresyon gelir. 

Depresyona girmek kötü değildir. Önemli olan farkındalık sağlamak ve bunu iyi yönde kullanmaktır. Kafasını kuma gömen devekuşu gibi ölümlü fani incinen bir varlık olduğumuzu bilip de bilmemezlikten gelmek akıl karı mıdır. İşte iş burada başlar. Bütün bunları bilerek evet acizim ve faniyim, bunlar beni acıtsa da incitse de... diyerek korkunun üzerine giderek çözüme biraz daha yaklaşmış oluruz. 

Depresyona girmek bir mükafat mıdır yoksa ceza mıdır? 
Hastalar risalesinde denildiği gibi insan bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve sefayla ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada bir ticaret ile, ebedî daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Buradan anladığım insandan beklenen hiç depresyona girmemesi değildir. Depresyon hastalığı ile hayattaki gayemizi unutmamak ve daha fazla bu gayemize sarılmaktır. Depresyonu bizlere hayatın hakikatini öğretmek isteyen bir hastalık olarak düşünebiliriz. 

Bediüzzaman ne güzel açıklıyor. Zeval-i lezzet (lezzetin kaybı) elemdir. Zira zeval-i lezzetin tasavvuru (lezzetin kaybını düşünmek) daha elemdir. Ebedi bir aşk isteyen bir kalbi fani sevgiler tatmin eder mi?

Kısaca özetlersek sadece çağımızın değil çağların hastalığı olan depresyondan kurtulmanın yolu çağlar ötesi mesaja kulak vermektir. 


















20 Haziran 2014 Cuma

2.KISIM - Psikolojide ene nasıl tabir edilmektedir ve fonksiyonları nelerdir ?

Ego, latince bir kelimeden gelmiştir. Ben ve benlik ile aynı anlama gelmektedir. Ego, insanın öz güven ve öz saygısının oluşturduğu iç dünyasıdır.
Benlik (ego), sahiplenme duygusu psikolojide karşımıza 'EGO' olarak çıkmaktadır. Egoyu burada bir ara bulucu olarak düşünebiliriz. Peki ego kimi idare etmeye çalışır? Kendisini yalnızca ihtiyaçlara göre ayarlayan, eleştiri kabul etmeyen, güdüsel, ahlak yoksunu olan durdurulamayan bir yanımız olan id den gelen arzu ve istekleri süper egonun ahlak çerçevesi içinde gerçekleştirmeye çalışır. Ego id den gelen dürtüleri gerektiği zaman erteler ve uygun zamanlarda uygun şekilde açığa çıkartır. Benlik (ego) doğa yada çevre ile id arasında bir denge unsurudur. Freud'un tabir ettiği gibi ego atlı bir şövalye gibidir. İd ile süper egonun isteklerini uzlaştırmaya çalışan bir hakemdir. İd yalnızca itici bir güçtür. Ego (benlik) tarafından dizginlenmesi ve yönlendirilmesi gerekir.
Buraya kadar olan kısım da egonun psikolojide nasıl tabir edildiğini anlattık. Freud'un tespitlerini İslami kavramlarla ilişkilendirirsek nasıl olur sizce?
Freud'un id-ego-süperego üçlemesi, bizim nefis-benlik-vicdan üçlememize benzemektedir. Modern psikiyatrisler , egoyu (benliği) bizzat kendisi için var olan ve kendi çıkarlarını korumaya çalışan bir kişilik yönü olarak tarif ederken, islami açıdan benlik, elindeki kabiliyetleri ona verilen becerileri Allah'ı tanıyabilmek için kullanan, kendisi adına var olmayı değil, yaratıcısını bulmayı ve anlamayı hedeflemiş bir araç olarak kullanır. Kuran-ı Kerim bizlere insanın vicdan sahibi olmasını, nefsin (id) ise terbiye edilmesi gerektiğini söylemektedir. Bize esas amacı Allah rızası olarak gösterir. İnsana verilen tüm kabiliyetler (akıl, vicdan, benlik, nefis...) ancak Allah'ı tanımaya, ona yönelmeye vesile olmak için verilmiştir.

NOT: Bilim ve Din bir çatışma içerisinde değildir.insanların zihinlerinde oluşturduğu din kavramı aslında hayatın kendisidir. din hayattır, şeriat ise ise bu hayatı yaratan ve var eden sonsuz ilim, kudret ve irade sahibinin koymuş olduğu kurallardır. Yoksa din insanların zihninde uydurmuş olduğu bir kavram değildir.Yani din insan ürünü değil insandan öncede var olan bir olgudur. İnsanın fıtratını yani neyi sevip neyi sevmediği neyi isteyip neyi istemediğini ve neyi yapıp neyi yapmaması gerektiğini en iyi bilen elbette insanı yaratandır. Bilimin din ile çatıştığını düşünenler yaratıcının olmadığını kabul ettikleri için din olgusunu da insanın kendi ürettiği bir olgu sayarlar ve bilim ve dinin çatıştığını söylerler. halbuki hakikat böyle değildir. Din hayatın kendisi ve bilim ise hayatın yani dinin çok çok küçük bir parçasıdır. Gün geçtikçe bilim zaten Kuran-ı Kerim'in yüzyıllar öncesinde söylemiş olduğu bir çok şeyi tek tek ortaya koymaktadır.
Peki neden hala bilim adamları bilim ve dinin çatıştığını düşünmektedir?

  “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de kalın bir perde bulunmaktadır ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara, 2/7)

Ayetinde bahsedildiği gibi bazı insanlar hakikate çok yakın oldukları halde sırf inat, hırs, haset ve başka hissiyatlar sebebiyle gözlerinin önündeki hakikati göremezler. Bu konuyla alakalı Bediüzzaman diyor ki ; '' Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür.''  Mektubat (Hakikat Çekirdekleri)

NOT: Kur’ân’ın bilimin onayına ihtiyacı yoktur. Bilim düşünsün ;)

19 Haziran 2014 Perşembe

1.KISIM -ENE NEDİR VE NİÇİN VERİLMİŞTİR ?


Çeşitli alanlarda bizi en üst seviyeye taşıyan öz güvenimiz kontrolü kaybedip aşırı bir boyuta geldiğinde enaniyete dönüşüyor. Aradaki dengeyi sağlam kurabilmek mühim. Bunun için 'ene' nin yaratılış hikmetini doğru kavrayabilmek önemli. 
Ene, benlik ve sahiplenmek duygusudur. Aslında var olmadığı halde varmış gibi görülen, düşünülen bir sahiplenme duygusudur.
Ene insana niçin verilmiştir?  Bu duyguyla neyi bulmamız istenmiştir?  Ene emaneti nedir?
Emanetler bir çoktur. Çocuklarımız, anne babalarımız, kolumuz, ayağımız, vucudumuz ve daha bir çok şey bize yaratıcı tarafından verilen birer emanettir. 
(Enenin emanet olduğunu kabul etmeyenlerden önce kendi vucudunun emanet olduğunu kabul etmeyenler için en basit olarak sürekli yaptığımız işlerden yemek yemek ve konuşmayı örnek verebiliriz. Bunlarda bile insanın çok fazla müdahalesi yoktur. Mesela yemek yeme işlemi içerisinde sadece lokmayı ağzımıza atmak, çiğnemek ve yutmak dışındaki bir çok işlem bizim kontrolümüzün dışında işlemektedir. Kendi vücüdumuzla ilgili bir çok karar biz müdahale etmeden devam etmektedir. Aynı şekilde konuşma işleminde ses tellerine müdahale edemeyişimiz konuşurken aynı zamanda nefes alışverişini yürütmemiz, nefesin hangi tele dokunması gerektiğini bilip istediğimiz sesi çıkartması bütün bunlar yaptığımız fiillerde dahi aslında bizim ona sahip olmadığımızı bize de bir başkası tarafından emaneten verildiğinin kanıtıdır.)
İnsanın ailesine, benim ailem demesi, evine benim evim demesi örnek olarak verilebilir. İşte buradaki ''benim'' ifadesi ENE dir. Allah bize bu sahiplenme duygusunu niçin vermiştir?  Bizden neyi anlamamızı istemiştir?
Allah bu duyguyu bize kendisini tanımamız için onun isim ve sıfatlarını kavrayabilmemiz için vermiştir. İnsanda ki ilim, kudret, irade gibi sahiplenme duygularının hepsi Allah'ın isim ve sıfatlarına açılan bir pencere gibidir. Biz bu pencereyi kullanarak oradan Allah'ın isim ve sıfatlarını kavrarız.
Eneyi bütün insanlığı saran her yere dal budak saçan bir ağaç olarak düşünebiliriz. Ene öyle bir çekirdektir ki ondan güzel bir Tuba ağacı çıkabileceği gibi ondan zehir kusan bir zakkum ağacıda çıkabilir.
Allah'ın bizden bulmasını istediği bir çok gizli hazinesi vardır. Her şeyin oluşumu bu gizli hazinelere bağlıdır. Bu gizli hazine Allah'ın  isim ve sıfatları yani Esma-i İlahiyedir. Bu gizli hazinenin anahtarı ENE dir. Eneye bağlı duygularla biz Esma-i İlahiye'yi bilebiliriz ve anlayabiliriz.
Ene bir çok kapının anahtarı olduğu gibi kendisi de apayrı bir sırdır muammadır. Bu ene alemin bütün kapılarını açtığı gibi kainatın bütün gizli hazinelerini de onunla keşfedebiliriz. 
Allah insana kendisini tanıttırmak istiyor. İşte bize verilen bu benlik duygusuyla onu tanımayı öğrenicez. Bu duygunun veriliş amacını bilmezsek onu gayesinin dışında kullanarak boşa harcamış oluruz yada zararlı bir harcama yapmış oluruz.
Allah 'ben sizleri işiten gören bir varlığım' deseydi ancak biz işitme ve görme duygusunun ne olduğunu bilmeseydik bu bizim için anlamsız bir cümle olurdu değil mi? Kendimize gelince 'bu evi ben yaptım ve bir düzene koydum' derken bir sahiplenme duygusunu görüyoruz işte aynı şekilde yaratıcı 'bu kainatı ben yarattım ben tanzim ettim' diyor. Bütün bunlardan önce bize bir sahiplenme duygusu veriyor ki onu daha güzel tanıyabilelim. Eğer bu duygu verilmeseydi bu kavramların ne olduğunu idrak edemeyecektik.
Benlik aynı zamanda şunu gösterir ben duymuyorum,sen bana duyuruyorsun ve bana işiten olduğunu bu şekilde gösteriyorsun bendeki bu duygularla ben seni anlıyorum. Bize verilen özelliklerle rabbimizi tanımamız isteniyor. Bunu bilmeyen ise her şeyi kendi zatından biliyor. ben görürüm,  ben yaparım, ben ben ben....

Sonsuz olan bir Allah'ın bilinmesi kullarına verdiği küçük bir çekirdek olan ENE den geçiyor...   



NOT : Bu yazımda Risale-i Nur Külliyatının Sözler kitabında 30.söz -ENE BAHSİ- ni kaynak olarak kullandım. Dileyen bu kaynağa başvurabilir .

NOT: 2.KISIM da Psikolojide ene nasıl tabir edilmektedir ve fonksiyonları nelerdir bunları tartışacağız.